Ege Efe’lerini yaşatan kalem!

Ege Efe’lerini yaşatan kalem! Ege Efe’lerini yaşatan kalem!

''Coğrafyam Kaderimdir'' diyor Etem Oruç. Kucağında taşıdığı Ege toprağını, gece gündüz demeden harmanlıyor. Kaldırıyor taşları, altında yatan ''Efe''leri uyandırıyor. Bir yanı Kuşadası sahilinde demlenirken diğer yanı ayağında çamurlu çarık, ''Bu yurt sadece erkeklerin yurdu değil'' diyen ve elinde tüfekle cepheye koşan Çiftlikli Kübra, "Efelerin efesi" olarak bilinen Yörük Ali Efe, ''Beşik sallayan eller bir araya gelirse dünyayı sallar'' diyen Efe Ayşe, Kuvayı Milliye Komutanı Demirci Efe, Mahmut Esat Bozkurt, Sökeli Cafer Efe ve niceleriyle cephede en ön saflarda savaşıyor. Yani, yazmadan önce yaşıyor ve yazdıktan sonra da yaşatıyor Etem Oruç... Öyle derin sığınıyor kelimelere ve öyle sevdalı...

Emekli Türkçe Öğretmeni, Şair ve Yazar Etem Oruç ile hayatı, Kuşadası ve evlatları kadar çok sevdiği kitap çalışmaları hakkında, güzel bir röportaj gerçekleştirdik.

Şair ve Yazar Etem Oruç. Nam-ı diğer, ''Ege'nin Efe''si...

Etem Oruç, 1947 yılında, Aydın’a bağlı Kuyucak İlçesi'nin, Karapınar Köy'ünde doğar. İlkokul'u Karapınar Köyü'nde, Ortaokul'u Nazilli’de, Öğretmen Okul'unu Ortaklar Öğretmen Okulu’nda ve de İzmir Eğitim Enstitüsü'nde de Türkçe Bölümü'nü okur. Siirt, Isparta, Denizli, Aydın ve Nazilli’de 29 yıl öğretmenlik yaparak emekli olur. Bu güne kadar, çok sayıda ve günümüzde adını duyurmuş dergilerde yazar, ödüllere layık görülür. Oruç, Ege toprağından beslenen bir zeytin ağacı gibidir. Kökü toprağında; gövdesi, dalları yıldızlara uzanır. Kalemini bir pergel gibi doğup büyüdüğü topraklara saplayarak, Ege kültürünü harmanlamaya çalışır. Kulağını toprağa dayadığı zaman bu dünya ile kesilir zamanı ve dinler Ege'nin çağrısını. Açılır mühürlü kapılar ardına kadar; sırlarla dolu tapınaklar kucak açar Oruç'a ve meydan okuma başlar, saklı kalmışları gün yüzüne çıkarmak adına.

''Hayatta dağınık olmayacaksın. Her şeyin içerisinden bir şey seçeceksin ve bir şeyde de herşey olacaksın. O seçtiğin şeyin de ayrıntılarını, detaylarını bileceksin. Yani ruhun derinliklerine inmeyi bileceksin bu iş'te''diyor yazma eyleminden bahsederken. Yazmak bir tutku... Gerisi tefferuattan ibaret O'nun için...

İnsanların, bazı özelliklerini doğuştan getirdiklerine inananlardan Etem Oruç. İşte, yazma tutkusunun da doğuştan geldiği düşüncesi içerisinde. Henüz, küçük bir çocukken, baktığı her şeyi merak edip sorgulayan özellikleri ile birlikte büyür yazma sevadası ve zamanla da tutkuya dönüşür. Merak ve sorgusu o kadar büyüktür ki başına dert bile alır o günlerde. Hiç unutamıyorum der ve gülerek ve anlatır hikayesini;

''O zamanlar, İlkokul yıllarımdaydım ve sureleri öğrenmek için yaz tatillerinde camiye giderdim. Hoca'ya her şeyin nedenini sorduğum için, ''Sen her şeye burnunu çok sokuyorsun'' diyerek camiden kovmuştu beni.''

Karapınar Köyü'nde yaşarken ve daha çocukken annesinden öğrendiği maniler, makineci ninesinden dinlediği masallar ve öyküler, belleğinde derin izler bırakır Oruç'un. Yaşı büyüdükçe ciddiyet kazanır artık tutkusu ve okuduğu okullarda başlar keşfedilmeye. Nazilli'de, Ortaokulu okurken, Türkçe'ye özen gösten ve bir o kadar da güzel konuşan Türkçe Öğretmeni Bilge Erdoğan, öğrencilerinin sınıfta yazdığı yazılarını, yazmaya teşfik etmek adına asar duvar gazetesine. Yazıları şiirleri takip eder ve onlar da yerini alır duvar gazetesinde. Ortaklar Eğitim Enstitüsü'nde, Mesut Tarcan adını taşıyan şair öğretmein sayesinde de çalışmaları duvar gazetesinden farklı bir boyuta taşınarak, o günün önemli dergilerinde süsler sayfaları. Dil'in kullanılarak geliştiğini o yıllarda öğrenmeye başlar Oruç. Eğitimlerini tamamlayıp, eğitimci olarak hayata karıştığı zaman da aslında asıl eğitimin yeni başladığına tanıklık eder.

Bazen, tek bir serzeniştir kapıları açan; seni içine çeken ve düşüncelerini allak bullak edip hiç düşünmeden ve hatta konuya hakim bile değilken, ''ben de varım'' dedirten. Hayatın, gözüne kestirdiği birisin şimdi sen ve bu ağzına kadar bilinmezlikle dolu valizi sırtlanıp, çıkacaksın karşıdaki dik yokuşu...

Emekli olduktan sonra Ankara'ya gider Etem Oruç.

Yola çıkmadan önce, 1965-1973 yılları arasında, Aydın Milletvekilliği yapmış olan, Şair ve Yazar Mustafa Kemal Yılmaz'ı arayıp haber verir geleceğini. Yılmaz, ''Sen köy çocuğusun, kaybolursun buralarda'' diyerek karşılar garajda kendisini. İlk durakları, Türkiye Büyük Millet Meclis'i olur ve kütüphanecilerle tanışır. Kitapların arasında gezerlerken, ''Ya ne oldu bizim kitap'' serzenişinde bulunan bir sese denk gelirler. Oruç, sesin geldiği yöne döner ve Yılmaz'a kim olduğunu sorar. Sesin sahibi, ''Şu Çılgın Türkler''in yazarı Turgut Özakman'dır. Dosya halinde yazımına devam ettiğin kitabının, eksik kalan bölümlerini henüz bitiremediğini anlatır onlara. ''Ben bu kitabı yazdım ama düzenli ordu Eskişehir'den ilerisini kapsıyor, halbuki, İzmir'den Eskişehir'e gelinceye kadar Kuva-i Milliye'nin, Efeler'in direnişleri vardı. Bunları kim yazacak'' diye sorar. Mustafa Kemal Hoca aniden dönüp bakar Oruç'a ve elini omzuna koyarak,'' işte bu çocuk yazacak'' diye cevap verir. Oruç, o gün Özakman ile aralarında geçen dialoğu şu şekilde özetliyor; ''Ne öğretmenisin'' diye sordu bana ve ''Türkçe öğretmeniyim'' cevabını alınca gülmeye başladı ve hemen ardından, ''Türkiye'nin haline bak. Tarih yazmak benim gibi bir tiyatrocu ile senin gibi bir Türkçe öğretmenine kaldı'' dedi.

O el omuza değdikten sonra bir anlamda ''elverilir'' Etem Oruç'a ve ''Şu Ege'nin Efeleri'' şekillenir...

Ankara'dan döner ve ilk iş olarak,  Ege'nin Efeleri'nin, Kurtuluş Savaşı'nda ki gerçek öykülerini anlattığı, ''Şu Ege'nin Efeleri'' kitabının yazımına başlar Oruç. Sevilen ve saygı duyulan biridir ve bu sayede de, kitabı yazma sürecinde, çevresindeki yazar arkadaşları ve üniversiteler, ''Ege'de bir Efe vardı, bu kaynaklar O'nun işine yarar'' diyerek, adeta ellerindeki kaynakları yağdırırlar Oruç'a. Ege'yi bir uçtan bir uca, 20 yıldır gezdiğini anlatan Oruç, bugün, hala keşiflerine devam etmektedir. Kitaplarının yazım sürecinde sık sık İstanbul'da bulunan, Eski Osmanlı Bankası Arşiv Dairesi'ne giderek, kütüphanesinden yararlanır. Osmanlıca'dan çevirterek elde ettiği kaynaklada yer alan yer ve mekanları da gezgin misali arayıp bulur Oruç ve konu eder kitaplarına. Yazma sürecinin zevkli olduğu kadar zor olduğunu da anlatan yazar, ''Ben sadece kitap yazmadım. Ege Bölgesi'nin kahramanlarının anıt'larını diktirdim. Mezarlarını yaptırdım. Üniversite öğrencileriyle birlikte Ege'yi baştan sona araştırdık. Yani bu iş emek gerektirir'' diyor.

Hayatımızdaki her insan değerlidir ancak bazı insanlar sırdaştır, öğretmendir, yol gösterendir ve ağabeydir... Bazen bir kıvılcım çakar ve geleceğe ışık olur, aydınlatır yolları; aydınlanır insan ve aydınlandığı kadar da aydınlatır çevresini...

Muzaffer İzgü'nün, hayatında çok önemli bir yeri olduğunu anlatan Oruç, İzgü'nün, ''Uygarlığın en fazla yaşadığı bölge Ege ama bölgede Ege'yi yazan biri yok. Çukurova'yı biz yazdık. Senin bu topraklara, yaşadığın şehre borcun var ve bu borcu ödemek zorundasın'' sözü üzerine daha sıkı sarılır toprağa, kağıda ve kaleme. Efe'lerin içinde yaşayan insanlar olduklarını her fırsatta dile getiren Oruç, ''Efe'lik bizim için kurgu değil. Benim iki dedem, Kurtuluş Savaşı'nda, buranın Kuva-i Milliye Komutanı olan Demirci Efe'nin yanında Efe'ydiler. Çakırcalı Mehmet Efe 1911 yılında öldürülüyor ve bizim köyümüz bu insanların efsaneleriyle büyüdü. Efe'nin kelime anlamı, ''Ağabey''dir. Koruyan ve kollayandır. Efeliğin kökeni bundan çok eskilere dayanır; Umur Bey zamanlarına. Araştırmalar sonucunda, sadece Ege'de 443 uygarlık kurulmuş.''diyor. Bu bağlamda da hayatını geçirdiği köyünü, ''Karapınar Esintileri'' kitabında  toplamakta geç kalmaz. Köyünde yaşanan kültürleri harmanlar ve sadece köy halkı için bastırdığı kitap, inanılmaz bir biçimde en çok satanlar listesinde adını duyurmayı başarır. Gurur duyar Oruç, köyünü ve köy halkını tarihin sayfalarına taşımaktan ötürü. Basılmış olarak 16 kitabı bulunan ve çalışma odasının içerisinde basılmak için bekleyenlerin yanı sıra yeni yeni meyvelerini vermeye başlayan da onlarca dosyası bulunmakta.

Yazdığı her kitabı evladı misali seven Oruç, “yazarken, hayatın çok farklı bir boyutunda seyahate çıkıyorum” diyor.

Bazen, bir Kent'te aşk'ı bulur insan... Tutar elini gezer sokak sokak. Saçlarının yeşiline, gözlerinin mavisine, çatısındaki kuşlarına, küçük adasına ve en çok gecesine; ışıl ışıl çehrsini yansıttığı denizine. Aşk bazen kent olur ve sen adına destanlar yazacak kadar çok seversin O'nu...

Kuşadası'nı sorduğum zaman, kısacık bir duraksamada kalan ve gözlerini benden alarak penceresinden dışarı bırakan Oruç, Kuşadası, benim ''Sevgilim'' diyerek cevap verir. 1962 yılında Kuşadası'na gelen ve geliş hikayesine bir arkadaşının vesile olduğunu anlatan Oruç, Öğretmen Okulu'nda yatılı olarak okurken, bir hafta sonu, arkadaşı Fahri Pancarlı'nın Kuşadası'ndaki evine davet edilir. O zamanlar, Ada bomboş. Kadınlar Denizi, hasır otları ve kamışlarla kaplı. Bir tek İmbat Otel var sahilde görünen. Gördüğüm manzara karşısında, arkadaşına döner ve ''ben hayatımda bu kadar büyük su görmedim. Taşmıyor mu bu?'' diye sorar. Uzun süre güler ikili, gözleri Kadınlar Denizi'nde. O gün, Oruç, bir insanın bir kente aşık olabileceğinin mümkün olduğunu bizzat yaşar. Aklı, İmbat Otel'de çalıştığı yıllara gider bir süreliğine ve anlatır; ''O günden sonra, ben bu Kuşadası'nı bir sevdim; sevmek anlamını değiştirdi ve tutku oldu. Öğrenciliğim süresince, tatiller de gelip İmbat Otel'de çalıştım, harçlığımı çıkarttım ve sevgilim dediğim Kuşadası'na yakın yaşadım bu sayede. O günden bu güne Kuşadası sevdalısıyım ve son iki yıldır da araştırmalarımda, ''Sevgilim'' olarak bildiğim Kuşadası'nın kalbine dokunuyorum.'' diyor. 

İz bırakmak belki de tek dert; herkes gezerken ve sahilde güneşin batışını seyreylerken sen masa başında koskoca bir tarihin aydınlanmasına rehberlik edersin. Gün doğarken selam verirsin bu kente, sevgiyle...

Ege Bölgesi'ni kaleme aldığı kitapları ve araştırmaları ile bir çok üniversitede, çalışmalarının her adımı tez konusu olan Etem Oruç, en büyük görevinin, insanları aydınlatmak olduğunu anlatıyor. Bilgilerin paylaşılmadıktan sonra boş olduğunu söyleyen yazar, ''Ben paylaşmak ve insanları aydınlatmak için varım. Benim bildiklerim benimle geliyorsa ve başkalarına gitmiyorsa bu benim suçumdur. Kitaplarım basılsın ya da basılmasın bu önemli değil önemli olan benim yazmış olmam ve ardımdan gelecek nesillere bu çalışmaları öyle ya da böyle bırakacak olmamdır. Paylaşmadıkça, araştırmanın ve yazmanın ne anlamı var. Yazmak bizim kaderimiz aslında yani bizim gibi insanlar yazmazssa hayatın ne tadı ne de tuzu kalır'' diyor. Etem Oruç, konuşmasına devam ederken aklına, Yazar Muzaffer İzgü düşer. Bir süre bekler ve buğulanan gözlerinin ardından başlar anlatmaya; ''Çok severdim Muzaffer ağabeyi. O kadar güzel bir insandı ki. Hayatımda yeri çok ayrı olan Muzaffer İzgü ile İzmir Kitap Fuarı'ndaydık. O seneler kansere yakalanmıştı Muzaffer ağabey ve eşini de kaybetmişti. Karşıdan baktım, başı önünde karar kara düşünüyor. Yanına vardım ve hayrola ne derdin var diye sordum. Bir yıldır bir şey yazamadığı için yaşamak istemediğini söyledi. ''Yengen, meğerse, hayattayken bana ilham veriyormuş. İş' e yaramıyorsan yaşamanın da bir anlamı yok'' dedi. Ne kadar, bu hayatta yapacak daha çok işimiz var desem de dinlemedi. Kanser tedavisini de reddetti Muzaffer Ağabey ve kısa zaman sonra da kaybettik kendisini.''

Kuşadası'nın, ''Şeker Amcası'' İsmail Dirim, önce satırlarda sonra da ekranlarda ''Ölümsüzleşti.''

Satırları okuyanlar geçmişi bir kez daha yaşarken, ekranlarda görenler gözyaşlarını tutamadı. Herkes, o günlerin hatırına, tek bir şeker aradı o gün avuçlarında... Bulamadı... Giden özlenir bu hayatta, hele bir de çok seviliyorsa, asla unutulmaz; ölümsüz olur ve yükselir semaya...

İsmail Dirim ile 1996 yılında, Avcıla Kulübü'nde ve tesadüfen tanışır Etem Oruç. Yanlarında, Mustafa Kemal Yılmaz'da vardır. İsmail Dirim'in yakın arkadaşlarından olan Yılmaz, anlatır Dirim'i ayak üstü ve ''İsmail Dirim'i yazmalısın. Bu kent için çok fazla yayarlı iş yaptı ve Kuşadalılar tarafından çok sevilir'' diye de ekler. Uzun soluklu çalışmalar sonrasında, Oruç, ''Kuşadalı Bir Yurttaş: İsmail Dirim'' kitabını okurlarıyla buluşturur ve ölümsüzleştirir Dirim'i. 2000 adet basılan kitap, İsmail Dirim tarafından, gazete dağıtılır gibi dağıtılır kente. Bunu izleyen yıllarda, Yazar ve Yönetmen Mesut Kara ile yolları kesişir Etem Oruç'un. Kara, Oruç'un, Kuşadası Kitap Günleri'nde açtığı standın başına gelir ve inceler kitaplarını. İsmail Dirim'i anlattığı, ''Kuşadalı Bir Yurttaş: İsmail Dirim'' kitabına gelince duraksar ve bir süre kitabın sayfalarını karıştırır. O tarihlerde, belgeseller de yaygın değildir. Kara'ya, ''Kitabı eve götür incele, beğenirsen belgeselini çekelim'' diyerek teklifte bulunur Oruç. Kısa bir süre sonra da teklifi kabul edilir ve başlanır belgesel çalışmalarına. Mesut Kara, o tarihlerde huzurevinde kalan İsmail Dirim ile görüşmek için yanına gider. Dirim, kuşkucu bir yapıya sahiptir ve Kara'nın kendisine ziyaretini anlamlandıramadığı için Oruç'a telefon eder. Dirim, o gün, çekimler sırasında Etem Oruç'un da olması şartıyla, belgesel çekimini kabul eder. Çekim ekibi ve üniversite öğrencileri bir araya gelerek ilk adımları atmaya başlarlar. Günler ve gecelerce süren çalışmalar ve çekimlerden sonra, belgesel, Kuşadası İbramaki Sanat Galerisi'nde, Kuşadalılar ile buluşur.

''Ne güzel insandı'' diyorlar. Biten bir hikayenin ardından, bundan daha güzel ne söylenebilir ki? Ağaca nefes olmuş, çocuklara sevinç, komşusuna dost ve Ata'larına minnet duymuş bunca zaman...

1927 yılında Kuşadası'nda başlayan bir hikayedir İsmail Dirim'in hikayesi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Kuşadası'nda gaz benzin bayisi olan Hilmi Dirim'in oğludur. Yıllar sonra, aileden eksilmeler başlayınca, babadan kalma bir dükkan ve bir depo ile hayata yeniden merhaba der Dirim. Dizel motoruyla çalıştırdığı değirmeninde un, bulgur, hayvan yemi yaparak ekmeğini kazanmaya çalışır. Kuşadası'na ilk kez sobalık odunu getiren de yine kendisidir. Çok çalışkan ve bir o kadar da ticaret zekasına sahiptir Dirim. Asya Butik ve Asya Pansiyon'u sırasıyla işletir ve o zamanlar turistlerin vazgeçilmez adresidir. İsmail Dirim'i  hayırsever kişiliği, çalışkanlığı, Cumhuriyet Gazetesi'nin sıkı takipçisi, çocukların şekerci amcası olarak bilir Kuşadası. Hayatının o en son an'ına kadar üretir ve kazandıklarını, yine hayatı daha güzel bir yer yapabilmek adına tüketir. Atatürk'e hayrandır ve hayranlığını dışa vurarak, gözünün gördüğü her yere Atatürk Anıt'ları ve büstleri yaptırır. Sonra, gün gelir ve zaman biter İsmail Dirim için. Kapanır gözleri yepyeni ufuklarda açılmak üzere. Kuşadası, derin bir sessizliğe bürünür. İsmail Dirim için bundan sonrası özlemdir; çocukların avuçlarına bıraktığı şekerlerle başlayan hikayesine binbir güzellik sığdırarark gider asla unutulmamak üzere.

Etem Oruç'un Öykü Ödülleri;

2003’te Sarızeybek, 2004’te Hacıbektaş, 2005’te Samim Kocagöz ve Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri,  2006’da Ümit Kaftancıoğlu, 2007’de Mevlüt Kaplan , 2007’de Aydın kültür 3. Yörük Ali Efe, 2016’da ''Aydın Gazeteciler Cemiyeti Efe Kültürüne Katkı'' ödüllerini aldı.

Şiir Ödülleri;

2005’te Sarı Zeybek, 2006’da Yenice Laiklik ve Dünya Barışı şiir ödüllerini aldı.

Kitapları;

Kuşadalı Bir Yurttaş (2003), Günebakan (2005), Nazilli Cumhuriyeti (2010), Çakıcı Dağdan İnmiyor (2011), Gizemli Kadın Efe (2012), Atçalı Kel (2013), Yağdereli Sinanoğlu Efe (2013), Şu Ege’nin Efeleri (2014), Ege’nin Kızı (2015), Birgili Cennetoğlu (2016), Ege’de Börklüce (2017), Bedreddin (2017), Umur Bey’den Atatürk’e Efelik (2018), Meyhaneci Şahap (2019)

 


  • post

Yorum Yazın